Yılların Issız Adam’ı. Tam olarak hayatımıza böyle girdi Cemal Hünal. Sonrasında yer aldığı tüm projelerde çok iyi başarılar elde etmiş olsa da bizler için her zaman bir çıkış noktası vardı o da Issız Adam’daki Alper. O yıllardaki Cemal ile bugünlere gelen Cemal’in kariyer yolculuğunu oturttuk masaya. Eğitim hayatını, durmak bilmeyen meraklarını, at ve doğaya olan ilgisini, yemek yapma isteğinin altında yatan aile kültürünü, sinema ve dizilerini… 2025’e yepyeni bir sayfa açmadan aklındaki planları konuştuk, baba olmanın yaşantısına ve başarılarına olan katkılarını da ele aldık tabii. 20 Aralık’ta yayına giren yeni filmi Şımarık için de heyecanı gözlerinden okunuyor. Çok iyi bir gişesi olsun.
Cemal Hünal, Türkiye’deki çok iyi oyuncu isimlerinden biri ve onu Aralık beMAN kapağımızda tam da kendisi gibi ağırlıyoruz. Abartıya kaçmayan haliyle, bir jean, t-shirt, ceket ve şapkasından oluşan doğaya dönük tarzı ile karşımızda.
RÖPORTAJ TUĞÇE ORÇUNUS
FOTOĞRAF SERKAN ÖZALP
STYLING FIRAT GENÇDOĞAN
VİDEO ÜNAL AVCI
SAÇ VE MAKYAJ SEVİNÇ GENÇDOĞAN
DİJİTAL İÇERİK DİREKTÖRÜ TUĞÇE ORÇUNUS
KURUMSAL İLETİŞİM MUKADDES KAYA
DİJİTAL İÇERİK EDİTÖRLERİ BUSE TURAN, EMRE SARSICIOĞLU
MEKAN AT’İYE ATLI YAŞAM
Herkes tarafından bilinmek ve hayranlıkla bakılmak çok da rastlanan bir şey değildir. Siz tam olarak böyle bir oyuncusunuz. Yıllardır bilinen ve zevkle takip edilen. Oyunculuğunuza geçmeden Nişantaşı’ndaki ödüllü aile restoranınızın başında durduğunuz yıllara değinmek isterim. Nasıl dönemlerdi?
Nişantaşı’ndaki mutfağımız Zazi’de hem dünya mutfağından yemekler hem de pizza yapıyorduk. 3 gün hamuru mayalanan ince hamurlu bir pizzamız vardı. İlk günler çok başarılıydı, restoranımız tıklım tıklım doluyordu. Ben sabah çok erken başlardım, mutfak tedariklerini tamamlardım, çok eğlenceliydi. Nişantaşı’nda bir restoran çalıştırmış olmak her zaman benim için çok keyifli oldu. Farklı dünyaların kapılarını açtı benim için. Restoranın içindeki barın arkasında geçirdiğim günleri de özlemiyor değilim.
Peki restorandan oyunculuğa geçiş evresi nasıl oldu?
Benim oyunculuğa geçiş evrem tuhaf oldu açıkçası. O dönemlerde film işleri ile uğraşıyordum, kardeşimle ortak yaptığımız bir çizgi film şirketimiz vardı. Ben orada metin yazarlığı yapıyordum, senaryolar yazıyordum, aynı zamanda setlerde de çalışıyordum. Beni bir gün Yetkin Dikinciler’in ‘Ulak’ filminden at dublörü olarak çağırdılar. Çağan Irmak ile o gün tanıştık. Güzel bir çekim günü oldu. Benim için rüya gibi bir şeydi oranın seti. Bir sene sonrası ‘Issız Adam’ zaten.
Okuldaki tiyatrolarda başlayan yolculuğunuz bugünlere kadar geliyor ama aralarda Amerika’da gördüğünüz eğitim ve İskoçya’da yatılı geçirdiğiniz bir döneminiz var. Bunların şimdiki oyunculuk kariyerinize olan etkilerini sizden dinlemek isteriz.
Çok şanslı bir eğitim hayatım oldu, çok da renkliydi. Saint Benoit Fransız Lisesi’nde okuyordum, tiyatro yapıyordum. Sonra İskoçya’ya gittim, liseyi bitirmek için. Orada da tiyatro sınıfına bulaşmıştım. Sonrasında Londra’da sanat tasarımı okudum. Orada Aynur Velidedeoğlu reklam filmleri çekiyordu. Yapım şirketinden bir iş verdiler bana. Sabahın köründe trene atladım ve ilk set günümde Sean Cannery ve Ralph Fiennes ile tanıştım. Hemen yandaki sette türk reklam filmleri çeken bir platoyduk ve ben de setin çaycısıydım. O zaman Ralph Fiennes ile çok kısa bir sohbetim olmuştu, “oyuncu ol” demişti bana. Sonrasında ise Los Angeles dönemi başladı… 5 seneye yakın Los Angeles’ta kaldım. Çok yoğun bir eğitim süreci oldu benim için. Hem uzak doğu sporlarıyla uğraşma şansım oldu hem de çok iyi bir tiyatro hocası buldum. Haftanın 3 günü hocanın gece sınıflarına katılırdım. Çok fazla şey gördüm, çok fazla şey yaşadım, kolay bir öğrencilik süreci de değildi ama bana çok şey kattı, çok tecrübe edindim. Sonra Londra’ya döndüm. London Film School’da eğitimlerime devam etmek için. Bunların hepsinin bana çok faydası oldu. Çünkü oyunculuğa başladığımda zaten bir setin kamera önünden kamera arkasına kadar nasıl işlediği kurgusundan montaj odasına kadar neler yaşandığı konusunda iyi bir fikrim vardı. Los Angeles’ta ‘Terminatör’ filminin 12 Oscar’lı yapımcısı John Dally’nin yanında 2 sene senaryo asistanı olarak çalıştım. Senaryo okuyordum, rapor yazıyordum, hepsi çok faydalı deneyimler oldu. Sanırım bugün yapabildiğim, becerebildiğim bir sürü şeyde bu tecrübelerin çok hayati bir etkisi var.
İstanbul’da yaşamanın bir zevk olduğundan bahsediyorsunuz hep. Bu şehrin oyunculuğunuza sağladığı ilham kaynakları neler?
İstanbul bence dünyanın en güzel metropolü. Dünyanın en güzel büyük şehirlerinden birisi. Tarihiyle, karmaşık kültürüyle, kaosuyla, boğazıyla, güzel sokaklarıyla, kedileriyle, gece hayatı ile her zaman bana ilham veriyor. Beni harekete geçiren, bir şeyleri yapmamı sağlayan kocaman şehir.
İstanbul’un yoğun geçen sokak kültüründe büyüdükten sonra müthiş bir kaçışla doğada yaşamaya başlıyorsunuz. Bunun en önemli sebebi yoğun hayattan kaçmak mı yoksa kendinizle baş başa kalmaya odaklı yaşam mı?
Bir nev-i şehirden kaçış gibi oldu evet. Sadece yoğun bir şekilde atlarla uğraşmaya başladım. Bu durum restoranla uğraşırken de hayatımda vardı. Ama restorandan sonraki süreçte ilk defa atlı okçulukla yoğun bir şekilde uğraşabilmek için bir kulüp kurdum. İstanbul Gümüşdere’deydi. Bu arada 4 tane kulüp kurmuşum bu 15-20 sene içerisinde. Sabah 5.00’te kulübe gidip gece dönüyordum. Atlarla, hayvanlarla doğada vakit geçiriyordum. Benim için çok kıymetliydi, çok özeldi. Öğrenmek ve yapmak istediğim çok şey vardı aklımda. Bir müfredat vardı becermek istediğim, genelde tarihi savaş sanatları ile ilgiliydi. At üzerinde ok, yay, kılıç, mızrak, teçhizatlı biniş, ateşli silahlar gibi şeylerin nasıl olduğu, nasıl taşındığı, at nasıl eğitilir gibi konu başlıkları beni çok cezbediyordu. Eğitim almak için yurt dışına gitmişliğim ve yurt dışından eğitmen getirip burada ekip yetiştirmişliğimiz var. Ama en önemlisi bütün bunları atlarla yapabilmeyi öğrendim. Film sektörüne hizmet veren 20 atlık bir ekibimiz vardı. Bir kaçış değildi aslında, öğrenmek istediğim bir şey için zemin bulmuştum.
Şahane bir kadroyla oyunculuk kariyerinizin başladığı Asi dizisi sonrasında yer aldığınız Issız Adam tam da kariyerinizdeki çıkış noktası oldu. Bunun esas nedeni ne sizce? Bu kadar büyük bir çıkış bekliyor muydunuz mesela o dönemler?
Açıkçası ‘Asi’ benim için çok büyük bir şanstı. ‘Ulak’ filminin çekimleri yeni bitmişti. Teaser afişi yayınlanmıştı. Tomris Giritlioğlu afişi görüp Çağan Irmak’ı arayıp sormuş benim kim olduğumu… Ki afişte yüzüm bile görünmüyordu. Bir tek gözlerimin göründüğü bir afişten bahsediyoruz. Restoran işlerinin yoğunluğundan biraz boğulmuştum. Benim için çok yoğun geçiyordu, ortaklarımla da biraz çatışmalar yaşıyordum. Bir aile işletmesiydi, babama bu işi yapmak istediğimi söyledim ‘gitmek istiyorum’ dedim. ‘Asi’nin çok güçlü bir kadrosu vardı çünkü. O noktada bir şekilde büyük bir risk alarak bıraktım restoranı ama çok doğru bir seçim yapmışım. O zamanlar biraz gözümü korkutmuştu ama insanın sanırım yapmak istediklerini yapabilmek için konfor alanından çıkıp, biraz kendini tehlikeye atması gerekiyor. Sonra bir baktım Adana Havaalanı’na inmişim, Çetin Tekindor ile beraber Antakya’ya gidiyorum. Ve içinde Nur Sürer, Tuncay Kurtiz gibi büyük ustaların olduğu bir projede çalışma fırsatım oldu 2 sene boyunca. O zamanlar daha Suriye savaşı çıkmamıştı, Halep’e çekim yapmaya gitmiştik ve Antakya muhteşemdi. Yemekleri ve kültürü ile tam bir sınır kasabası gibiydi. Sonra üzerine yazın ara verdiğimizde ‘Issız Adam’ senaryosu geldi senaryoyu okuduğumda işin çok başarılı olacağını düşünüyordum. Sete gidip çalışmaya başladığımda filmin çok başarılı olacağını biliyordum artık. Bir ara Çağan monitörün başında otururken kara kara düşünüyordu. Görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki yanına gitti. “Ne düşünüyorsun kara kara?” diye sordu. Çağan Irmak da “Film inşallah 300 bin seyirciyi geçer de filmin yapımcısı Mustafa Bey’in parasını kurtarabilirim diye düşünüyorum” dedi. Sonra bana döndü ve “Sence kaç yapar?” dedi. “Bence 1,5 milyonu geçer dedim”…Gülmekten sandalyeden düşmüştü…”Beklentilerini o kadar yüksek tutma” demişti. Ama galiba haklı çıktım… Film 3,5 milyonu da geçti. Başarılı bir iş birliği, çok iyi bir yönetmen, çok iyi bir senaryo ve karşıma çıkan en iyi çalışma ortamlarından biriydi. Sinema filminin çekilmeden önce çok iyi yazılmış olması gerekiyor. İyi yazılmış işler başarılı oluyorlar, işin en çok sabır isteyen kısmı o sanırım.
Bu hızlı yükseliş, diğer tüm projeleri de etkilemiştir mutlaka. Çok artılarını gördüğünüzü düşünüyor musunuz? Aslında görünmez bir Cemal’den artık herkesin bildiği bir Cemal olduğunuz dönemler.
Evet çok hızlı bir yükseliş oldu gerçekten. Bana bir meslek kazandırdı açıkçası. Oyunculuğu meslek olarak icra edebilecek tanınırlığa, üne sahip oldum. Herhalde hayatımda aldığım en büyük hediyelerden bir oldu.
Los Angeles’ta aldığınız dublörlük eğitiminin, hala avantajını görüyor musunuz? Türkiye’de bir oyuncu olarak hem yurt dışı oyunculuk eğitimi hem de dublörlük eğitimi alan ender insanlardan birisiniz herhalde.
Los Angeles’ta zaten dövüş sporları ile uğraşıyordum. Dublörlük eğitimi de almıştım, 5 seneye yayılan farklı mecralarda çok iyi, çok becerikli insanlarla çalıştığım bir süreçti. Bugün de tabii hala faydasını görüyorum. İçinde yer aldığım ‘Hudutsuz Sevda’ dizisinde hala aksiyon sahneleri yapabiliyor olmak beni çok mutlu etmişti. O zamanki tecrübelerim, geliştirdiğim dayanıklılık, bir şekilde düşüp kalkma, bir yerlere çarpma ile ilgili geliştirdiğim farkındalık ve bunu kamera için yapabiliyor olmanın kariyerimde çok olumlu etkileri var. Bir şekilde besleniyorum ve faydalanıyorum, aksiyon sahnelerini kaçırmıyor olmak benim için apayrı bir keyif.
Peki bu denli yoğun eğitim süreçleri, beraberinde gelen şahane sinema ve dizi yolculukları….Pandemiyle hayatımıza giren dijital dünyaya evrilme süreci sizde nasıl gelişmekte? Yetişebiliyor musunuz mesela o dünyaya? Ve orada daha sık görünmek istiyor musunuz önümüzdeki yıllarda?
Dijital mecrayı çok enteresan buluyorum. Filmciler artık dağıtımcılara mahkum değil, seyirci de artık sinemaya ve televizyon ekranlarına mahkum değil. Bir şekilde çok daha fazla seçenek değerlendirebiliyorlar. Daha çok proje üretiliyor, hepsi çok nitelikli olmasa da enteresan bir dünyaya kapı açıyor hepimiz için. Tabii hem oyuncular hem de film yapımcıları hem de senaristler için inanılmaz bir çeşitlilik ortaya çıkmış oluyor. Daha sansürsüz platformların olması daha ulaşılabilir kılıyor. Telefonumdan istediğim mecraya girip, dünyanın herhangi bir yerinden istediğim saatte istediğim bir işi izleyebiliyorum. Hepimiz de bu durumdan çok yoğun bir şekilde faydalanıyoruz. Seyirci talebi de o kadar yüksek ki bu beni de çok mutlu ediyor tabii. Fazla seyirciye ulaşma imkanı, daha fazla hikaye anlatma şansı veriyor, o nedenle dijital platformlar tabii ki çok ilgimi çekiyor.
Sayısız proje, peş peşe gelen başarılar derken liste bir hayli uzuyor ve tüm bunları görebileceğimiz neredeyse tek kanal olan sosyal medya, hayatınızın neredeyse hiçbir yerinde yok. O kadar aktif değilsiniz ki herkes daha çok merak ediyor bence sizi. Neden bu kadar kaçıyorsunuz o dünyadan? Gerçekten doğru gelmediği veya yapay geldiği için mi?
Sosyal medyadan özellikle kaçınmıyorum. ‘X’ (eski twitter) benim ilgimi çeken bir format değil mesela. O kadar da herkesin ne düşündüğü umrumda değil. Ne düşündüğümü herkesle paylaşmak gibi bir derdim de yok. İlk çıktığı zamanlarda sosyal medya mecraları çok daha yapaydı. Şimdi tabii yapay zekanın ürettiği bir takım absürt şeyler var. Yapay zekanın sanatı ve anlatış şeklini hiç beğenmiyorum. Acayip yabancılaştırıcı ve iç ürpertici geliyor bana. Ama sosyal meydanın şöyle bir enteresanlığı oldu; doğal olan, daha organik olan, üretken olan şeyler kesinlikle ön plana çıkıp daha çok beğeni kazanmaya başladı. Çok kısa bir sürede bir filtre oluşturdu ve kendi kendini. filtreledi. YouTube, bu alandaki en sevdiğim mecra. O kadar güzel filtreliyor ki kendini. Sonsuz bir kitaplık aslında, öğrenmek isteyeceğiniz çok şeyi bulabilirsiniz orada. Yapay ve yalan olan her şey de kendi kendine orada çürüyüp gidiyor. Yaşamın organikliğinin yansıması var orada, gittikçe de daha baskın olacak diye düşünüyorum ve bu ilginç bir durum. Benim kendi adıma günlük, anlık olarak bir şeyler paylaşmak gibi bir derdim yok.
Yılın en çok beklenen filmi geliyor, 20 Aralık’ta vizyona girecek Şımarık filmi için heyecan dorukta. Projeye dair biraz ipucu alabilir miyiz?
‘Şımarık’ benim beklentilerimi çok aşan bir projeydi. Onur Ünlü ile biz bir sene öncesinden projeyi konuşmuştuk ve ben başka bir karakteri oynayacaktım ama setinde çalışmaktan inanılmaz mutluluk duyduğum bir iş oldu. Setin ilk gününden menajerimi arayıp ‘Bu iş çok iyi çıkacak’ demiştim. Sette çok iyi oyuncular vardı, çalıştığımız figüranlar bile çok iyiydi, oldukça profesyoneldi. Gerçekten ideal bir çalışma ortamıydı, her şey özenerek yapılmıştı, çok özenerek hiç acele etmeden çekildi. Bugünlerde çektiğimiz bir prodüksiyondan çok daha fazla emek ve özen istedi. Ama karşılığını alacağından eminim. Bence film çok güzel olacak
Nasıl kesişti yollarınız Halis karakteriyle?
‘Halis’ karakteri ile yolumun kesişmesi bir nev-i dublörlük kökenimden geliyor. Çünkü kamçı kullanabilip kendime ve başrol oyuncularını çok fazla riske atmadan bunu çekebilecek bir oyuncuya ihtiyaçları vardı. Hemen gönüllü oldum ben de tabii.
Çok net bir duruşunuz var. Kimsenin onayını almaya gerek duymadan, kendi bildiğiniz yolda ve düzende ilerlemenin harika bir özgüveni var sizde. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Açıkçası ‘Yalnız Kurt’ modumu biraz seviyorum. Farklı beceriler geliştirdim hayatımda. Kendime yetebilmek beni çok mutlu ediyor. Uğraştığım birden fazla hobi var ve onlara vakit ayırabilmek istiyorum. Özellikle şu anda gelişme, yetişme döneminde olan oğluma vakit ayırmak istiyorum. Öğrenmek istediğim şeyleri geliştirebilmek, sevdiğim şeyleri yapabilmek için onlara vakit ayırmam lazım. O vakit de bu kendime ayırdığım vakitlerde oluyor ancak… Bazen insan içine girdiğim zaman eve gidip başladığım şeyi bitiresim geliyor ya da kaçıp atölyeye dönmek istiyorum. Beni mutlu eden şeyler bunlar sanırım. Mutluluğu da orada bulduğum için o tek tabanca halim kendi kendime yetebilme durumu, benim için başlı başına bir mutluluk. Hiçbir şeye değişmem galiba.
Evde beraber yemek yapma kültüründen gelen bir erkek olarak, şimdilerde o kültürü nasıl devam ettiriyorsunuz?
Evde yemek yapmak benim için vazgeçilmez bir şey. Yediğim her öğünden lezzet alabilmeyi çok seviyorum. Şu an benim için en özel kısım, oğlum için yemek yapabilmek. Bana geldiği zamanlarda beraber mutfağa girip sevdiği şeyleri hem ona yapmayı öğretmek istiyorum hem de onun için yemek yapmanın tadı benim için bambaşka. Çok daha fazla özeniyorum ve daha lezzetli şeyler çıkarmayı başarıyorum. Her seferinde daha önce denemediğim bir şeyi yapmaya kalkıyorum. Başarı oranım %75-80 arası. Çünkü oğlum Doğan bana beğendiği her şey söylüyor ve sevmediği hiçbir şeyi yemiyor. Bu başlı başına bir sınav. Ama ‘mutfak’ ve ‘beraber yemek yemek’ kültürü zaman içerisinde çok değişen, bazı dönemlerde kaybolan bazı dönemlerde ise tekrar ortaya çıkan bir şey. Bu aralar benim için en özel kısmı oğlumla yaptığım yemekler. Tabii aileyi bir arada tutmak için can havliyle muhteşem gayretler gösteren bir annem var. Haftanın en az bir günü anneme yemeğe giderim. Annemin mutfağı inanılmaz yaratıcı. Sanırım benim farklı denemelerim ondan kaynaklanıyor. Çünkü bu yaşa geldim ve hala annemin elinden bir yemeği iki kere yemedim. O kadar farklı şeylerle karşılaşıyorum ki … Tabii ailece oturup yemek yemek, haftanın olup bitenlerini paylaşmak, beraber güzel bir lezzetten keyif almak gerçekten paha biçilmez. Yerine koyabileceğim hiçbir şey yok.
Baba olmanın oyunculuk kariyerinize olan en önemli yansımalarını merak ediyoruz.
Baba olmanın bana kattığı en önemli iki şey, anlayış ve sabır. İnsana başka bir olgunluk getiriyor. Sanırım her insanın bir şekilde tekamülünü tamamlayabilmesi için ebeveyn olması lazım. Sanırım en büyük sınavımız bu. Beni çok şaşırtan bir oğlum var. Çok zeki, çok kısa cümlelerle inanılmaz çözümlemeler üreten… Onun karakterinden ilham aldığım şeyler oluyor. Sabrından, bakışlarından… Bir çocuk gözüyle dünyaya tekrar bakabilmenin ne kadar büyük bir armağan olduğunu gördüm. Bana verdiği çok büyük bir hediye bu.
Kendi kariyerinize baktığınızda çalıştığınız insanlar açısından kendinizi çok şanslı hissettiğinizi söylüyorsunuz. Bu duyguyu size yaşatan başlıca hangi projelerdi?
Özellikle ‘Asi’de Tuncal Kurtiz ile geçirdiğim vakit benim için paha biçilmez. Çünkü Asi’yi çekerken artık otelde kalamayacağımı anlayıp Avanos’ta bir çoban evi tutup, altındaki mandırayı ahıra çevirip, iki at, dört köpek ile orada yaşamaya başlamıştım. Orada yaşamaya başladıktan yaklaşık bir ay sonra Tuncel Kurtiz gelip yanıma yerleşti. Geldi eve baktı “burası güzelmiş” dedi. Gitti çantalarını topladı “Ben nerede kalıyorum?” dedi. “Tamam salon senin olsun dedim”… Zaten iki oda bir mutfak altıda ahır olan bir yerdi. Bütün sezon orada birlikte kaldık, çektiği bütün filmleri oturup birlikte izledik. Filmleri durdurup bana anlatıyordu. Çok fazla tecrübeli ve inanılmaz yaşamışlıklara sahip bir insandı. Ondan bir ‘el aldım’ ben… Ve çok faydasını görüyorum. Hala çok besliyor beni. Onun dışında yıllarca çok iyi oyuncularla çalıştım hepsinin ayrı bir kıymeti var benim için ama Tuncel Kurtiz bambaşka…
Doğa yaşamından kaynaklı sanırım çok rahat bir giyim tarzınız var. At sevdanız dolayısıyla biraz da western tarzını benimsediğinizi söyleyebilir miyiz? Olmazsa olmaz aksesuar ürünleriniz neler mesela?
Blue jean, t-shirt ve deri ceketi çok seviyorum, en rahat ettiğim tarz sanırım. Korumak zorunda olmadığım kıyafetleri giymeyi seviyorum. Bir yürüyüşten çıkıp aynı kıyafetle bir işe gidebilmeliyim. Evden çıktığım kıyafetle bir günümü geçirebilmeliyim ve gardırop önünde birkaç saniyeden fazla vakit geçirmeyi sevmiyorum. Güzel basic bir t-shirt, belime oturan iyi bir pantolon&jean, iyi bir çift ayakkabı ve deri ceket beni 4 mevsim fazlasıyla mutlu ediyor. Neden bilmiyorum ama çok renkli giyinmeyi sevmiyorum. Zaten olduğumdan daha fazla dikkat çekmeyi de istemiyorum. Abartılı giyimleri sevmiyorum ve insanların da üzerlerine giydirdikleri kimlikleri de çoğunlukla yakıştırmıyorum. Bunu becerebilen, frapan ve biraz abartılı giyinip bunu taşıyabilen az insan var. Özellikle de erkeklere yakıştığını düşünmüyorum. Kadın figürü başka bir şey. Çok daha farklı renkler ve şekiller taşıyabiliyor ama erkekler için aynısının geçerli olduğunu sanmıyorum açıkçası.